11 Ekim 2009 Pazar

Kutsal tembellik...


Uzun zamandır bir şeyler yazmamışım... Şu dünyanın sorunlarını izliyorum günden güne... Ne yazsam ki diyorum... Nasıl çözülür bu sorunlar... İnsanın hem ferdi ve hem de toplumsal-külli gücünü aşan şeyler bir bakıma... Allah’a emanet etmekten başka bir çıkar yol olmadığını sezdiriyor her an genel görünüm... Ama işte... hadi ben yazacak bir şey bulamıyorum, hiç olmazsa İncil’den en sık aklıma gelip, içimi rahatlatan Hz. İsa’nın öğretilerinden birini aktarayım dedim, kendi çevirimle (Yunanca’dan)... Matta İncili’nden (6.26-34)... Hep teslimiyet sözleri... İnsanın kendi nefsine olan güveninden sıyrılıp tüm güvenini ezeli varoluş kaynağına, Yaradan’ına (beşeri babalığın ezeli ve ebedi arketipi olan ‘Baba’ya yani) dayaması ile ilgili sözler... Bu nefis güveninden sıyrılış kolay duyulmasına rağmen hayattaki en zor şeydir... Üstelik gerçekte en kolay olan ve en kolay olduğundan da en zor olan şeydir... Kolaylığı bir acz kabullenmişliği, bir terkediliş olduğundan... ama öyle bir şeye tenezzül nefsin her an kontrolü elinde bulundurma tutkusuna ve kibrine o kadar aykırı ki... Nefsin nezdinde bir nev’i ölüm... Ama bu ölümden geçilmedikçe yeniden doğuş da mümkün değil... Hz. İsa’nın çarmıha gerilişi, ölümü ve dirilişi işte hep bu gerçeğe işaret eden olaylar zaten... Nefsin kontrolünden sıyrılıp da Allah'ın iradesine teslim olmak ermişliğin avulusuna ayak basmak sayılır bu sebepten...


Bu aşağıdaki dizeler İslamda’ki Mesihilik’le ilgili bazı yanlış anlaşılmaların aşılmasına da yardımcı olabilecek nitelikte... dikkat edilecek olursa Hz. İsa havarilerine ve onu dinleyen herkese Allah’tan ‘Baba’nız’ diye söz ediyor... Tek ve ortaksız olan Allah herkesin ve herşeyin yegane varoluş ve rızkının veriliş kaynağı olduğundan ‘Baba’ diye adlandırılıyor... Hatta Hz. İsa İncil’in bir yerinde Semalar’daki Babanız’dan başka hiç kimseyi babanız diye adlandırmayın der, varoluşun ver her tür rızkın Allah’tan olduğuna ve başka hiç bir kimsenin rızık kaynağı olarak görülmemesi gerektiğine isnaden... Mesihilik’te tabi Allah’a ‘Baba’ denmesi Allah’ın insana en yakın olan ve kendisiyle en aracısız şekilde irtibata geçebilecek şahıs olduğundan dolayıdır da... Ve Allah şahıstır, tamamen aşkındır ama şahıstır... duyar, karşılık verir, mülakatta bulunur, kendine has bir aşkınlık diliyle de olsa... İşte ondan şahıslar şahsıdır, ezeli ve ebedi, nihai Baba’mızdır... Yani Allah ile baba-oğul ilişkisi Hz. İsa’nın sadece kendisi için geçerli saydığı bir şey değildir ve elbette ki bu ilişkinin beşeri, vücutsal bir baba-oğul ilişkisi ile hiç bir alakası yoktur... Hz. İsa’nın Allah oğlu diye nitelendirilmesi bu halkeden ile halkedilenin arasındaki doğrudan, mutlak samimiyetteki ilişkiyi ilk dile getiren olduğundandır... Mesih oluşu da zaten bu ‘ilk’likle alakalıdır... Mesihi ilahiyatında kendisine ‘ilk çocuk, ilk oğul’ denir... Allah Mesih’in ağzıyla insanlara çocuklarımsınız der, en samimi bir şekilde... Babanız’a dönün der, o İncil’deki, Hz. İsa’nın anlattığı ‘hayırsız oğul’ misalinde bunca güzel anlatıldığı gibi... Mesih insanlara Allah’ın kendilerinden uzakta, sadist, her an cezalar yağdırmaya hazır bir diktatör olmadığını bildirir... Allah’ın insanı seven nihai, evrensel, varlıksal Baba’sı olduğunu vurgular, müjdeler (İncil kelimesinin anlamı da müjdedir zaten)... Allah’a dönüş her şeye kadir nihai Baba’nın himayesine dönüştür...


Aşağıdaki İncil bölümleri müthiş bir manevi anarşi içerirler... her tür pinti hayat yaklaşımının mızmızlığına kökten isyankar bir tembelik öğretisidirler, sansürsüzcesine önerilen... en derinlerden kudsiyeti olan bir tembelliğin öğretisi... İnsan çalışmak için, geçimini temin konusu ile telaşlanmak için yaratılmamıştır... Tüm bunlar, çalışma, toplumsal uzlaşmalar, yasalar, hatta dini olanları bile... insana hizmet etmeleri üzere vardır... İnsan hiyeyarşik olarak bunların hepsinin üzerindedir... en kutsal olarak bilinenlerinin bile... İnsan Baba’sının bahçesi olan dünyada bu bahçenin güzelliğinin bahtiyarlığını yaşayıp Baba’sına can-ı gönülden minettar olmak için yaratılmıştır... Şükran hissinin vecdi ile dolup taşsın diye... Günah bir bakıma bu vecdin dışına düşüp kendi rızkını kendi sağlamak çabası sefilliğidir... İşte ama... kutsal kitaplarda sadece yükümlülük, sorumluluk gibi sevimsiz şeyler vardır diyenler... buyursun okusunlar :-)))


26. Şu göklerdeki kuşlara bakın, ne ektikleri var ne biçtikleri, ne de depolarda biriktirdikleri ama Semalar’daki Baba’nız besinlerini sağlar hep... Siz onlardan değişik misiniz, onlardan az mı değerlisiniz... 27. Hanginiz yaşına kendi çabasıyla bir karış mesafe ekleyebilir ki... 28. Giyim kuşam için de ne diye telaşlanıyorsunuz... şu tarlanın zambaklarından ders alın... nasıl geliştiklerinden, çoğaldıklarından... Ne çaba sarfettikleri var ne de dokudukları... 29. Ve şunu diyorum size... Süleyman bile, saltanatının en ihtişamlı günlerinde, şu zambaklar kadar güzel giyinememiştir... 30. Eğer bu gün var olup öbür gün ocağa attığımız tarlanın bitkisini dahi Allah öyle giydiriyorsa, sizi giydiremez mi, inancı kıtlar... 31. Ne yiyeceğiz, ne içeceğiz, nasıl giyineceğiz diye telaşlanmayın 32. Bunlar inançsızların, müşriklerin kaygıları, istekleri... Semalardaki Baba’nız nelere ihtiyacınız olduğunu bilir... 33. En önce Allah’ın hükmünün ve adaletinin gerçekleşmesini isteyin, işte o zaman bütün bu ihtiyacınız olan şeyler de gelir hayatınıza eklenir... 34. Yarın için kaygılanmayın... yarınki gün kendi ihtiyaçlarını karşılayacaktır... Yetsin artık, sona ersin bu günün külfeti, azabı...

15 Haziran 2009 Pazartesi

Halıları döverken...


Eskiden elektrikli, emici süpürgeler yoktu, halıları tozdan kirden temizlensin diye balkonlara, bahçelere çıkarıp döverlerdi... Bugünler de dövüldükleri oluyordur kırsal bölgelerde falan ama şehirde doğmuş büyümüş genç yaştakilerin bazen hiç de görmemiş olabilecekleri bir sahne oluşturur bu halı dövme olayı... Kırk yaşlarının üzerinde olanlar çok net hatırlar o güneş şualarında farkedilen havadaki toz girdaplarını... nice nice kıvrımlar oluştururlardı... biraz da esrarengiz bir histi bu tozların havada yuvarlanıp şekiller çizmesi... Fotoğraflarda gördüğümüz çok güçlü teleskoplarla çekilmiş galaksilerin, nebulaların görünümleriyle bağlantılar kurduran şekillerdi bunlar bazen, insanın kafasında...


O toz girdaplarının belki de yüzbinlerce sayıdaki toz zerreciklerinden birinin o girdapların genel ivmesinin tersine gitmesi düşünülebilirmiydi... Koca bir sistemin mikroskobik bir yeri, bir uzvuydu bir bakıma, her toz taneciği... Girdabın genel yönelimine tamamen itaat durumunda olan ufacık bir kısımdı... Kendisini tamamen aşan bir itiliş tarafından yönlenir durumdaydı... İşte, gezegenimiz, güneş sistemimiz, Samanyolu galaksisinin içersinde ve, dahası, galaksimizin de bulunduğu galaksiler topluluğunun dahilinde, o toz girdaplarının içersindeki toz parçalarına kıyasla dahi çok daha ufak bir yer oluşturur durumda... Boyutlarının tahayyülü bile güç kozmik girdap ve dönüşümlerin içinde seyreden bir zerrelerden ibaret... Biz insanlar ise o hayal edilmesi bile güç bunca asgari hacimdeki bir zerrenin üzerindeki daha da ufak zerreleriz... Ve... bu durumumuzda hayatı yönlendirmenin tamamen elimizde olan bir şey olduğuna inanabilecek kadar gaflete meyilliyiz... :-) Bu gaflete, bu gözü körlüğe neden olan ne acaba ama... bu da zihinde beliren başka çok önemli bir soru , gerçeğin farkına varıldığında... Bu manzarası insanın zihnini vecdi bir nüzule uğratacak kadar devasa söz konusu hayat girdabının karşısındaki mutlak imkansızlığımızın ümitsizliği mi yoksa... 'Bana bir masal anlat uyuyayım' derdi şarkılarından birinin bir dizesinde bizim burdaki, Atina'daki, merhum olmuş, anarşist hayat görüşlü bir besteci... Bir panik dindiriciye ihtiyacımız olduğundan mı gaflete boyun eğmeye olan bunca büyük zaafımız...

Kurumlaşmış, siyasileşmiş dinler, politik ideolojiler, ateizm, moda, sürüyle Yeni Çağ pratikleri (Yoga'nın, Zen'in falan Batı kültürünün tüketici zihniyetine uyarlanmış müsvetteleri), Post-modernizm'in yapısalcılığa (constructivism) olan eleştirisi bile (her anlatının, tasvirin sadece bir tasvirden ibaret olup her hangi bir gerçeği tümden barındıramayacağı düşüncesi) hep bu değindiğimiz paniğe karşı kurulmaya çalışılan bir siperin değişik varyasyonları aslında... Bizi evrenle ilgili bir şeyi bildiğimize inandırmaya ve, dolayısıyla, bu akıl almaz devasalığına ve esrarına karşı kendimizi bir sağlama alma güvencesi vermeye yönelik anlatılar hep...

Ateistler'i görüyorum bazen.. güya söz ve düşünce serbestisi savunucuları, sözde bilimsellik vaizleri... o kadar saldırgan, fanatik ve katı düşünceliler ki... Üzerine istridye gibi yapışmış oldukları bir panik dindiricisi olduğu o kadar belli ki o sözde açık akıllılıklarının... Neerde o sözümona bilimin eskiyi, en katı kabullenmişliği bile devirebilecek serbestisi, uyanıklığı, önyargısız dinlemeye arzusu, kendisine karşı bile olduğunu ileri sürdüğü eleştirel bakışı... Yobaz bir dinciden pek bir farkları yok aslında... Neticede hayat ve varoluş hakkında hiç bir şey bilmediklerini kendilerine devamlı çıtlatan sezgilerini uyuşturacak bir anlatıyı müdafa etme cinnetindeler...

Yaklaşık varolduğundan beri insanoğlu bu akıl almaz esrarengizlikteki manzarayı ve bu manzarayla doğrudan ilişkili hayatın günlük boyutlarındaki kontrol edilemezliğini 'evcilleştirmeye' çalışmış, muhtelif tasvir ve anlatılarla, dehşetini dindirebilsin diye ... Hatta sık sık bu sezginin devamlı hatırlattığı gerçeği hiç olmazsa akıl düzeyinde unnuturacak uğraşılar icat etmiş, peşlerinde koşmuş... günümüzün tüketici toplumunun 'alışveriş terapisi' gibi mesela... Cinselliğin müptelalığını yaşamış, sırf bir kaç saniyelik (hadi dakikalık diyelim iyimser bir mübalağada bulunup :-) etkili bir panzehir sunuyor diye kendisine, bu bilinci dinmeden kemiren kaygıya karşı... Ama hep nafile... Hayatın ele avuca sığmazlığı ve bu ele avuca sığmazlığının en belirgin hatırlatıcısı, ölüm, hep orda olmuşlardır, muzaffer bir eda ile...


Peki... ya bu manzara, bu girdaplar bize düşmanca konumu olmayan bir şeyse... ya bu girdaplar irademize, güvenimize bir saldırı değil de okunması mümkün bir yazıdan ibaretlerse (bildiğimiz beşeri yazı türlerinden çok daha geniş kapsamlı ve anlamlı bir yazı türü bile olsa)... Ya bütün bunlar bize sunulan ve bir karşılık, bir yanıt bekleyen bir nevi sözden ibaretse... Bu gibi bir yaklaşımın gözden geçirilebilmesi için ama en önce kendilerine karşı kale duvarları örme faaliyetinden ve koşuşturmasından sıyrılıp yalın bir şekilde karşılarında durmak söz konusu... En önce durmalı yani... Durmak, dinmek, sükütleşmak, çıkmak her tür faaliyet patırdısından... Önyargısız, cesur bir dinleyici olmak sözkonusu... zihnen ve vücuden... tümden...

_ _ _

İstisnasız, bütün kültürel, dini ortamlarda mistik, mutassavıf dediğimiz birileri olmuştur, tarih boyunca... çağlarında, içlerinde yaşamış oldukları ortamlarda kendilerine şüpheli hatta pek de ender olmaması üzere yerici ve bazen de çok düşmanca bir gözle bakılmış, garip yaşam tarzları olan birileri... Ne para peşinde koşarlar, ne cinsellik, ne duyu zevkleri, ne iktidar, ne şöhret... İç sükünetlerinin her şeyin üzerinde bir değer olduğu izlenimini verirler... Tembellik, miskinlikle suçlandıkları da olmuştur... Sanki bir şeyi mümkün olduğu kadar daha açık seçik dinleyebilmek için her tür, dahili ve harici, gürültüden kaçar gibi yaşamışlardır hep... Koşuşturma, hangi türünden olursa olsun, dini veya dünyevi, dinmiştir kendilerinde... En önemlisi -ve zor anlaşılanı- ise bir disiplin, bir kendini bastırma neticesinde dinmemiştir, tam aksine, tüm koşuşturmalara (ve neticede bir çeşit koşuşturmadan başka bir şey olmayan her tür disipline) karşı ölümüne üşendirecek bir halin, bir varlık tecrübesinin içlerinde yaşanmasından dinmiştir... Kendisine direnilemez derinlikte bir cezbe, bir aşk bütün kısmi, ufak aşkları süpürmüş geçmiştir adeta... O sözünü ettiğimiz kozmik girdapların teşkil ettiği yazıyı deşifre etmiş hatta cevap verir durumda oldukları izlenimini verir hayatları bu tür kişilerin...

Halılar, tozlar, galaksiler, evrensel yazı türleri ve manevi anlamda hilkat garibesi, ‘vidaları gevşek’ izlenimi veren bir tembel miskinler taifesi... ne alakları olabilir aralarında diye düşünebilir biri ama var işte... Varoluştaki her şeyin birbiriyle alakalı olduğu gibi... Üstelik... delilik gibi duyulabilir ama galiba tek çıkar yolumuz, insanoğlunun tek çıkar yolu, sonuçta o miskinler taifesinin yolu... öbür yol daimi devri olan bir perişanlık, anlamsız kahredici bir nefes nefeselik sadece...

4 Haziran 2009 Perşembe

Kalp dindarlığı...


Birkaç gün evvel Ahmet Altan’ın ‘Başbakan ve Narsisizm’ başlıklı yazısını okudum
(http://www.taraf.com.tr/makale/5840.htm ) ... Bu son zamanlarda, ister yaşadığım Yunanistan’da olsun ister Türkiye’den Net aracılığı ile izlediğim yazılar arasında olsun, en salihçe yazılmış olanlarından biri... Bir kere yazının önemi Türkiye’de hala sürmekte olan etnik çatışmayla ilgili konuyla sınırlanmıyor kesinlikle... Çok daha ötelere gidiyor... insanın her zaman kendisini evrenin merkezi olarak görmeye olan, her zaman kendisini haklı karşısındakini haksız çıkarma meyline-hastalığına değiniyor... Zaten doğuştan sahip olduğumuz hastalıklar şeklinde bir ifadeyle niteliyor bu meyli Altan... sorun yani Türk’te, Kürt’te, Ermeni’de, Rum’da veya bir başkasında değil, köküne inildiğinde... İnsanoğlunda varolan, adeta varlığıyla eşdeş bir sakatlık... Ve, neticede, yeryüzünü üzerinde yaşanılması dehşet verici bir paranoyaklar lunaparkına çeviren bir şey...

Saptama o Eski Ahit’teki ‘düşüş’, Cennet’ten kovulma anlatısını akla getiriyor... Çok ilginç bir nokta vardır o anlatıda... İtaatsizlik işlendikten sonra Tanrı Adem’e ‘peki niye yaptın bunu, ben sana herşeyi vermiş sadece şu ağaçtan yeme demiştim’ şeklinde sorduğunda Adem Havva iteledi beni diye sorumluluğu üzerinden atmaya çalışıyor... Havva da meyveyi sunan yılan-iblis’e yüklüyor suçu... Herkes yani kendinden başka bir suçlu bulma arayışında... Kimsenin duralayıp da ‘tamam itildim ama benim de kabul etmeme imkanım vardı’ demeye varmıyor aklı... Gariptir ama insan kendisini aşağılıyor bir bakıma, ‘ben kişisel iradesi olmayan onun bunun bir kuklasıyım’ der gibi oluyor... Yani kendisini sözde kurtaracak olan gerekçesi tamamiyle kendi aleyhine işliyor...

Hz. İsa’nın o çok bilinen ve alışageldiğimiz, doğal bir şeymiş gibi bilinçlerimizde tahtlanmış rekabetçliğimize müthiş bir şok etkisi yapan ‘bir yanağına şamar vurana karşılık vereceğine öteki yanağını da çevir’, ‘bir elbiseni senden almak isteyene, çıkar ikincisini de ver’ ‘göze göz dişe diş mantığına karşı sen affetmeyle cevap ver’ şeklindeki teşvikleri işte bu sonu olmayan tepki-karşı tepki, intikam ve şiddet kısır döngüsüne bir son vermeye yönelik hep... Bu kısır döngünün anlamsızlığına, hayatı cehenneme çevirdiğine işaret eder durumda, bunca yalın bir şekilde... Ve bu kısır döngünün zindanından kurtuluşun ilk hareketin karşı taraftan beklenmesiyle olamayacağına da işaret eder... Karşı tarafın tepkilerinden yönlenen bir kukla olmaktan çıkıp iradelice ‘ben bu oyunu artık oynamak istemiyorum’ diyebilmek söz konusu yani... İnsanın iradesini işlerliğe koyup insan olmasıyla ilgili bir şey bu aynı zamanda... Bu fasıt dairenin çarkına çomak sokmak insana insanlığını kazandıran bir şey neticede... Hz. İsa kendisini İnsanoğlu olarak da adlandırır İncil’de... garip duyulur hatta bazen ama aslında çok basittir bu adlandırışın anlamı... İnsan budur... İnsan esasında öyledir, öyle olmalıdır, yoksa insan değildir...

Bu yazdıklarımı okuduklarında benim, bir önceki yazımda insan iradesinin de aslında çok daha derinlerde bulunan bir iradenin hükmünde bulunduğunu söylediğime değinip çelişkiye düştüğüm düşüncesine kapılanlar olabilir... Dikkatlice yaklaşılması gereken konulardır bunlar... Asıl sürüleşmişlikten kurtulmuş, her tür kavmiyetçiliğin (bu bir futbol taraftarlığı türünden kavmiyetçilik de olabilir elbet :-) ,bilinci radyo kontrollü bir oyuncak haline getirmişliğinden kurtulmuş olan bir serbestide hareket eden bir irade o daha derindeki varlığın nihai vahdetinin iradesiyle uyumda olan bir iradedir... Çevre ile ilişkide ve bağlantıda bulunduğunun, bütün evrenin doğal bir uzantısı olduğunun farkında olan bir benliktir... Bir ‘kopulmuşluk’, ‘yabancılık’ benliği değildir, ondandır ki barışçıldır da zaten... varlık hissi korkudan, ‘ben’inin dışındaki çevreye karşı güvensizlikten ve düşmanlıktan beslenmez... Yine İncil’deki ‘kendisini bulan kendisini kaybedecek olandır’ türünden sözler hep bu kopulmuşluk, yabancılık ‘ben’inden evrensel çevrenin organik bir uzantısı, ferdi olan ‘ben’e geçişten bahseder... İşte ancak o zaman halis irade de başgösterir... Karakteristiktir, Hz. İsa artık idam eşiğine geldiğinde etrafta kendisine karşı devasa bir ‘akıllan, ne bu dediklerin’ dalgası köpürür adeta... Ama kendisi şaşmaz, bütün kendisini bekleyen ızdıraba rağmen... Tamamen kendi iradesi vardır... Dünya’da tümden tek başına da kalsa o kendi doğru bildiğini yapacaktır... Yapar da... ölüme rağmen, işkenceye rağmen ve... belki de en önemlisi... kendisine karşı korkunç bir adaletsizliğin işlendiğinin inciticiliğine karşın... Hürdür çünkü... Son anına kadar da ısrarlıdır ‘karşılık vermeme’ tutumunda... Havari Petros çok keskin bir eleştiri sözüne maruz kalır, mürşidini idama sürüklemeye gelenlere karşı savunmak üzere hançerini kullanmaya kalkıştığında... ‘Bıçağı yerine koy’ der kendisine... ‘bıçak ile iş çözmeye çalışan bıçaktan gider’...

Altan’ın dedikleri nice şeyler getirdi aklıma... ender kalitede bir yazı... resmi bir dindarlığı olmayan birinden yazılmış olması daha da katıyor kalitesine... Basit, hür, salih ve yalın düşüncenin çok derin, varlıksal anlamdaki, resmi bir ümmet mensubiyetinin çok ötesinde bir ruh dindarlığıyla belki de özdeş olduğu konusunda sorgulatıyor insanı...

29 Mayıs 2009 Cuma

Bat ve yaşa... (merhaba niyetine... :-)


Eski Ahit'te, Hz. Davut'un mezmurlarında bir söz vardır, 'Allah korkusu, hikmetin başlangıcıdır' diye... Gerçekten hayatın topyekün olarak kontrol altına alınamayacağı gerçeğinin hazmedilmesi insanı kibrin vehminden, uyduruk dünya yaklaşımlarından arındırır, ayağını toprağa basar kılar, tevazu, asalet, merhamet ve tatlılık doğurur kendisinde... Ukalalıktan sıyrıltır... İnsanı insan yapan bir uyanış teşkil eder bu gerçeğin farkına varma... 'Allah'ın dediği olur' diye bir levha asarlardı ya eski dükkanlarda, işte o denilenin derin manasına erdirir zihni... us bu gerçeğin nuruyla aydınlandı mı fanatik de olamaz hiç bir konuda... Her düşüncenin neticede gerçeğin kendisinin değil sadece gerçeğin bir tasvirinin olduğunun farkında olur, bu yüzden de üstelemez her hangi bir konuda... Her tür tasvirin ardında bulunan, kendiliğinden var olan, aşkın olan, seyyareleri yörüngelerinde tutan, geceleri puhu kuşuna minimalist şiirini okutturan, kar tanelerindeki geometriyi şekillendiren ezeli ve ebedi gerçeğin yargısına bırakır her şeyi... Ona sığınır...


İşte bu her tür tasvirin ötesindeki aşkın gerçek, hayatımızın her günü boyu kaç kez kendisinden haberdar eder bizi... ardı arkası kesilmeyen sürprizlerle, beklenmeyenlerle, ister hoş olanlarından olsun ister acı olanlarından... Adeta hayat devamlı olarak her tarafından su sızan bir tekne, biz ise teknenin batmaması için devamlı oraya buraya, nihayetsiz bir heyecan içinde, sızıntı çatlaklarını yamalama peşinde koşuşturan tayfalar... Acaba ama... acaba tekneyi ille de kurtaracağımıza batmaya terketsek... batsa, dibe gitse, enkazlaşsa, diplerde yerle bir olsa, üzerinde yosunlar bitse, etrafına, üzerine balıklar, yengeçler, deniz yıldızları toplansa, yuva kursa... cansız bir metal veya kuru bir tahta parçası iken dirilse, hayat kazansa... O zaman nasıl olur acaba... daha iyi olmaz mı...


Hayat Tanrı sızıyor... biz ise önlemeye çalışıyoruz... Varoluşun vahdeti parçalanmışlığımıza sızıp yine birliğe erdirmeye çalışıyor bizi ama biz, başımıza binbir bela açmış, bizi kırık bir bütünün bir parçası durumuna indirgemiş nefsi bireyselliğimizden bir türlü ayrılmayı istemiyoruz... Toplumca, beşeri ortamca bunca alışılan ayakta durma, batmama telkin ve methiyeleri neticede tasvirlerin ötesindeki kendiliğinden var olan gerçeğe bir isyanın sürdürülmesi çabalarımı acaba... şu meseleyi bir daha düşünsek... Acaba hayatın kontrol dışılığı, sürprizleri, bir tehdit değil de ezeli-ebedi mutlak gerçeğin kapımızı çalışı mı... Bizle barışma çağrısı mı...


Bir İlahi tembelliğe muhtacız, hayatın sürekli peydah ettiği belirtilere bakılırsa... Bir kutsal terkedişe... Bir helal başıboşluğa... Kaygısızlığa, yüze zoraki olmayan bir tebessüm kazandıracak bir halvet ve zühde... Ters bir tutum olur bu tabi, medeniyetimizin hakim değerlerine ama halis yaşam coşkusunu kaybetmektense hakim değerlerin alkışını, parayı falan kaybetmek yeğdir.... Vaktimiz de yok pek zaten, şu kısacık hayatta... Dışarıdaki rüzgar da okşamaya hevesli... Çaylar ise sahildeki yarı metruk çay bahçesinde sıcak sıcak bizi bekliyor... Şükürler olsun...


* * *


Merhabalar... ismim Dimitri, eski bir İstanbul’luyum. Şu an Atina’da yaşayan eski bir İstanbul’lu. Şurdaki blogun Rumca’sını kurmuştum bir kaç sene evvelsinde, şimdi bir de Türkçe’sini kurayım dedim. Türkçe nasıl olsa öbür ana dilim mahiyetinde... Çok uluslu Bizans ve Osmanlı medeniyetlerinin kültürel ferdi olarak sosyal kimliğimi oluşturan ana yapı birimlerinden birine haksızlık olmuş olurdu kendimi Türkçe’de de ifadelendirmemem... İşte bu sebepten bu şurdaki blog da şekillenmiş durumda... Aslında bu tür şeyler bir ağacın kök budak saldığı gibi kendiliğinden şekillenir. Doğal, içten gelen bir güdünün filizlenmeleridir... İhtiyarıyla yaptığına inanır insan ama ihtiyarının ardındaki itilişin farkına varmaz ekseriya... Herşeyin ihtiyarının hükmünde olduğunun gafletinde, ihtiyarının da başka, çok daha derinlerdeki bir gaybi ihtiyarın hükmünde olduğunun farkında olmaz... Eh işte... biz de bunları konuşacağız bu sanal ağdaki köşemizde. O iç iradeye, Yunus'un 'ben'den içeri bulunan 'ben'ine, ve o ‘ben’in de köküne dönüşümüz ekseninde seyreder durumda olması üzere kurulmuş zaten burdaki köşemiz... bu nihai olan dönüşe bir seyir derfteri teşkil etmesi üzere...